İnsanın yeryüzünde attığı her adım bir keşiftir aslında. Bazen bir köyün taş sokağında yankılanan ayak sesleriyle, bazen de uzak bir ülkenin dağlarında yankılanan yankıyla bulur insan kendini. Gezmek yalnızca görmek değil; anlamak, hissedebilmek, dokunabilmek ve kendini yeniden keşfetmektir. Ve ben, her seferinde aslında hep o çocuğa dönüyorum — sabahın serinliğinde Karayün Köyü’nün Okçu mezrasından Batman Yüzüncü Yıl Ortaokulu’na doğru tek başıma yürürken, içimde tarif edemediğim bir arayışla attığım adımlardaki çocuğa. Yaklaşık yedi kilometrelik o yol, beni sadece okula değil, hayallere, bilinmeyen diyarlara, iç dünyamın derinliklerine götürürdü. O günlerde adlandıramadığım bu his, şimdi bana “ben”i anlatıyor.
Her adımda yeni bir pencere açılır iç dünyamıza, her sokakta tanıdık bir gülümseme, her sofrada bizi çocukluğumuza götüren bir lezzet gizlidir. Hele ki Batman gibi kadim bir memleketin kültürel zenginliğiyle yoğrulmuşsanız, dünyanın neresine giderseniz gidin, içinizdeki o tanıdık sesi her zaman duyarsınız.
Bu keşif yolculuğunun devamında rotamı bu kez İsviçre, Avusturya ve Çekya’ya çevirdim. Göz alabildiğine uzanan Alp dağlarının eteklerinde, tarihi sokakların arasında Batman’ın dağ köylerini anımsatan bir huzur aradım. İlk durak İsviçre oldu. Burada beni tam 25 yılı aşkın süredir bu topraklarda yaşayan iki değerli Batmanlı hemşehrimiz, Cemal Önder ve Serdar Önder kardeşler karşıladı. Onların sıcaklığı, misafirperverliği ve samimi sohbetleri, beni adeta memleketime götürdü. Her ne kadar kilometrelerce uzakta olsak da, bir tandır ekmeği kokusu, bir çay demliği sesi ya da bir Kürtçe kelime, insanı yurduna kavuşturur. İşte Önder kardeşlerle geçirdiğim saatler de böyleydi.
İsviçre’nin düzenli, sessiz sokaklarında dolaşırken, Batman’ın mahalle aralarında koşturan çocukları, fırınlardan yükselen pidelerin kokusu, sabah güneşiyle dükkân önlerinde sohbet eden yaşlılar gözümde canlandı. İsviçre’nin meşhur Röstisiyle sade bir sabah kahvaltısında, Batman’da tandır ekmeğiyle yenilen beyaz peynirli kahvaltıların ruhunu kıyasladım. Onlarda sadelik, bizde bereket ön planda.
İsviçre’den sonra Avusturya’nın başkenti Viyana’ya geçtim. Yol boyunca dağlar, göller ve ormanlar arasında ilerlerken içimde bir ferahlık, aynı zamanda bir tefekkür hali doğdu. Viyana, tarih ve sanatın başkenti gibi… Her köşede müzik, edebiyat, heykel… Bir taraftan da ince ince işlenmiş kahve kültürüyle de kendine has bir zarafet sergiliyor. Viyana usulü sütlü kahveler zarif fincanlarda sunulurken, Batman’da bir semaver başında dostlarla içilen kaçak çayın yerini hiçbir şey tutmaz. Biri bir alışkanlıksa, diğeri bir hasrettir.
Viyana’da gezerken, sular altında kalmış Hasankeyf’te her şeye rağmen hâlâ ayakta kalan birkaç eser geldi aklıma. Tıpkı Viyana gibi, bizim de geçmişimizde saklı kalmış bir medeniyet ve kültür mirası var; yeter ki görebilelim ve sahiplenebilelim.
Son durağım Çekya oldu. Başkent Prag, adeta bir masal diyarı. Kırmızı çatılar, taş sokaklar, köprüler… Gulaş çorbasını ekmek içinde servis ettiklerinde, eskiden Batman’da büyük kazanlarda pişen çorba ve yemekler gözümde canlandı. Onlar geleneksel sunumla tarihlerini yaşatırken, biz o çorba ve yemeklerle nesiller boyu aktarılan dayanışmayı hissederiz.
Prag’da bir akşam, Vltava Nehri kenarında yürürken, Batman’da Dicle kıyısında veya Batman Çayı kenarında yaz yürüyüşleri yapabilme hayali geldi aklıma. Farklı coğrafyalarda, benzer duygular… Avrupa’da modern yaşamın içinde huzur arayan insanlar; Batman’da gelenekle modernliği buluşturmaya çalışan gençler… Arada mesafeler olsa da, insan dediğimiz varlığın özlemleri, hayalleri ve muhabbeti ortaktır.
Bu seyahatte yalnız gezdim; ama hiç yalnız hissetmedim. Çünkü Batman her zaman yüreğimdeydi. Her yeni şehirde, her farklı kültürde, memleketimle bir kıyas yaptım, ortak yönleri aradım, farklılıkları anlamaya çalıştım. Ve anladım ki, gezmek bizi sadece dışarıya değil; içimize de götüren bir yolculuktur.
Bir sonraki keşif durağımda, belki başka bir ülkede, belki de Batman’ın bir dağ köyünde yine görüşmek üzere…