Osmanlı, yüzyıllar boyunca emperyalist güçlerin önünde en büyük engeldi. Öyle ki Kanuni Sultan Süleyman, bir nota ile Fransa’daki bir dansa müdahale edebiliyor; zulme uğrayan topluluklar, Osmanlı’dan imdat istediklerinde onların feryadına koşuyordu. Nitekim Kazıklı Voyvoda’ya karşı yardım isteyenler de yine Osmanlı’ya sığınmışlardı.
Fakat Osmanlı gitmeliydi… Çünkü “Arz-ı Mev’ud” yani Nil ile Fırat arasındaki topraklarda bir İsrail devleti kurulması hedefleniyordu. Yahudi lider Theodor Herzl, Sultan II. Abdülhamid’den bu toprakları istediğinde aldığı cevap tarihe geçti:
“Orada size vereceğim bir karış toprağım yoktur; orası Müslümanların kanlarıyla alınmıştır. Ben Müslümanların vücutları üzerinde diri diri ameliyat yapılmasına göz yumamam.”
Bu sözden sonra Herzl’in şu tehdidi unutulmadı: “Seni devirmek üzerimize vacip oldu.” Çok geçmeden emperyalist planlar ve içerideki işbirlikçiler devreye girdi, Sultan tahttan indirildi. Ve yıllar sonra, 1948’de İsrail Devleti kurulduğunda, onu tanıyan ilk ülke ne yazık ki Türkiye oldu.
Bugün dahi siyasetin içinde aynı senaryoların izlerini görmek mümkün. CHP’nin liderinin “Yüz yıl önce nasıl başardıysak, şimdi de başaracağız” sözünü tesadüf saymak safdillik olur. Neyzen Tevfik’in dediği gibi:
“Geldikleri gibi gitmediler… Kimi itini, kimi bitini, kimi de piçini bırakıp gitti. Yoksa bu kadar namussuzun bizden olma ihtimali yoktur.”
Milletimiz çok acılar çekti; ölüm, gözyaşı, sürgün… Ama bu toprakların mayası temizdi. O mayadan imanlı, vatanına sahip çıkan nesiller doğdu. Millî Görüş lideri, Osmanlı kadısının oğlu olarak imanla, bilgiyle ve kararlılıkla siyaset sahnesine çıktı. Ancak dışarıdan emperyalist güçler, içeriden işbirlikçiler onu engellemeye çalıştı. 28 Şubat post-modern darbesiyle görevden uzaklaştırıldı.
Ama dediğimiz gibi, kan bu toprağı sulamıştı; yeni fidanlar filizlendi. O baskılar, bugünkü yönetimin doğmasına vesile oldu. Erbakan’ın tedrisinden geçen bugünkü Cumhurbaşkanı, milletin güçlü olabilmesi için içeride birlik, dışarıda ise caydırıcılık gerektiğini biliyordu. İşte bu nedenle çelik kubbe sistemleri kuruldu hem yerli hem de millî savunma hamleleriyle Türkiye’ye yeni bir güvenlik kalkanı kazandırıldı.
Çünkü unutmayalım: “Zayıf insana karşı korkak insan bile dayılık yapar.” Yunanistan ve diğer emperyalist aparatların kendilerine çeki düzen verdikleri sanılmamalıdır. Türkiye gevşeklik gösteremez; adalet, eşitlik ve özgürlükler titizlikle korunmalı, iç barış tesis edilmelidir. Rabbimizin buyurduğu gibi:
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın. (Ali İmran: 103) Birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider.” (Enfâl, 46)
Elbette muarızlar durmayacaktır. Zira sorun kendinden olduğunu anlamayan insanlar, çözümü başkalarının huzurunu bozmakta arar. Şairin dediği gibi:
“Nerden baksan put çağıdır çağımız,
Ezelden ebede kopuk bağımız.
Melek doğar, murdar ölür çoğumuz,
Hangi leşin neresini yazayım.”
Ama bizim geleneğimiz der ki: “İt ürür, kervan yürür.”
Bu milletin elini taşın altına koyacak daha nice evlatları var. Sultan’ın yolun ortasına koyduğu taşı gören köylü gibi, taşı kaldırıp altında çıkan kese altını ve pusulayı bulacak olanlar yine milletin evlatlarıdır. Ve pusulada yazdığı gibi:
“Bu altınlar, elini taşın altına koyanındır.”
Bugün çelik kubbe için elini taşın altına koyanları tebrik ediyorum. Gazze’deki soykırımın bir an önce sona ermesi için Allah’tan niyaz ediyor, İsrail’in ancak anladığı dil ile karşılık bulmasını Rabbimizin yardımıyla talep ediyoruz. Çünkü kurulan çelik kubbe şayet yalnızca savunma için kalır ve azgın zorbalara karşı cevapta kullanılmazsa, nezdimizde görevini tam olarak yapmamış olur.
Hz. Peygamber (sav) buyurmuştur: “Sizlere bir şey emrettiğim zaman, gücünüz nispetinde onu uygulayın.” (Müslim, Savm 58). Allah (cc) da Kur’an’da şöyle buyurur: “Allah hiçbir nefse gücünün fevkinde mesuliyet yüklemez.” (Bakara, 286).
O halde deriz ki: Gücünüz nispetinde mesulsünüz. Ve biliyoruz ki: İslâm yükselir, inmez; Hakk’ın nuru daima yanar, sönmez.
Muhammed Zeki Mirzaoğlu
Araştırmacı-Yazar