Yıllardır kentlerimizin düzensiz, çarpık yapılanmasını eleştirdik. Sosyal donatıları, tesisleri ve insan ölçeğini gözeten, yaşanabilir şehirler gördüğümüzde imrendik. Oysa ilimiz için örnek olması gereken yerleşimler TPAO site gibi planlanıp yerleşmesi gerekirken köy gibi, plansız bir yapılaşma yaygınlaştı. Ne yazık ki ülke genelinde de durum vahim. Çarpık yerleşim heryere hâkim oldu.
Kentsel dönüşüm lansmanı ilk yapıldığında umutlanmıştık: örnek, yaşanabilir şehirler yeniden inşa edilecek, nesillerimiz nefes alacaktı. Küçük arsalar bir araya gelip cadde, sokak, park, okul içeren konsept yaşam alanları kurulacaktı. Ancak görünen o ki “kentsel dönüşüm” yerinde dönüşüm adı altında bir şehir kıyımına dönüştü. Deprem sonrası ortaya atılan yatay mimari söylemleri bile pratikte çoğunlukla tersine işletildi. İşini bilen, gücü yetenler belirtilen kat sınırları ve imar metrekareleri üstünde beton yapılarını neredeyse sıfırlayarak inşa etti; şehirler yenilenmedi, yalnızca aynı görünüm daha kötü bir hâlle tekrarlandı.
Oysa 50 yıl önceki şehirlerle bugün aynı ihtiyaçlar, araçlar, teknoloji ve refah düzeyi aynı değil. Nüfus, insan gereksinimleri, taşıt yoğunluğu değişti; imar planlarımız bunlara ayak uyduramadı. İnsan doğası da tepki verdi: çok katlı, kasvetli, ruhsuz binalardan bıkanlar müstakil, doğayla iç içe yaşam arayışına döndü. Bu arayış, merkeze yakın hobi bahçelerine ve şehir kenarı yaşam alanlarına yöneldi. Avrupa Amerika villa ve hobi bahçesi kültürü yaygınlaşmışken Türkiye’de bu eğilim daha yeni keşfedildi; ancak çoğu kez görmezden gelindi veya kontrolsüz büyüdü.
Valilikler ve yerel yönetimler bu duruma müdahale etmek yerine önce ağır cezalar, ardından yıkım kararlarıyla toplumsal gündemi domine etti. Hukuk ve düzen varsa, yasa herkese eşit uygulanmalı — ama mesele şahıslar değil, uygulamaların adaleti, tutarlılığı ve eşitliği. Uygulamalarda ayrımcılık yapılması; fakir, güçsüz olanlara daha sık ceza, güçlülerin yasa dışı hareketlerine göz yumulması, kamusal güveni yok eder, umutları yıkar ve topluma nefret tohumları eker.
Devletin görevi ilke, ahlak ve yasa koymak; taviz vermemektir. Beklenen budur. İnsanlar her zaman bir yol arar, işin kolayına kaçma eğiliminde olur; bu yüzden adil, katı ve şeffaf ilkeler konduğunda bile hatadan dönmek zorunda kalırlar. Ama tam tersi olunca, insanlar küçük avantajları biriktirip sistemi çarpıtır; bu da kamu düzenini bozar. Sonuç olarak, “devletin dini adalettir” sözü boş bir klişe değil; adalet yoksa her kötü uygulama mümkündür ve acısı er veya geç katlanarak geri döner.
Sonuç olarak; Kentsel dönüşüm politikaları şeffaf, katılımcı ve yerel ihtiyaçlara uygun olarak yeniden tasarlanmalı; yatay mimari, yeşil alan, ulaşılabilir sosyal donatılar ve altyapı önceliklendirilmelidir. Uygulamalar tüm vatandaşlar için eşit uygulanmalı; ayrıcalık tanınmamalı. Aksi hâlde sadece binaları değil, toplumsal güveni ve geleceğimizi de yıkacağız.