SIFATLARIN TUTSAKLIĞI

Yayınlama: 30.09.2025
A+
A-
Toplum; kendi var ettiği sıfatların bir bakıma kölesi olmuş durumda. Derin ve açıklayıcı bir üslupla yazma ihtiyacı duydum.
İnsanlık tarihine bakıldığında, en derin çatışmaların, en yüce kavramların ve en yıkıcı savaşların çoğunun sıfatlarla başladığını görmek mümkündür. Bir sıfat, bir tanım, bir etiket… Bunlar ilk bakışta sıradan, basit birer kelime gibi görünür. Fakat insan bilinci, kelimeyi sadece kelime olarak bırakmaz; ona anlam yükler, ona değer biçer, onu yüceltir.
“İyi” dediğimizde sadece betimleme yapmayız. Bu sözcüğün ardında ahlak vardır, vicdan vardır, hatta Allah’a atfedilen bir adalet vardır. “Kötü” dediğimizde, sadece hoşlanmadığımız bir şeyden söz etmeyiz; insanlığın ortak korkusunu, dışlanmışlığını, cehennemle özdeşleşmiş bir tehdidi dile getiririz.
Böylece bazı sıfatlar, zamanla sıradanlıktan çıkar ve kutsallık kazanır. İnsan, bu sıfatlara yaklaşırken bile bir tür huşu duyar. Çünkü sıfat, artık sadece bir tanım değil; bir inanç, bir değer, bir yön belirleyicidir.
Dil, insanın hem kurtuluşu hem de esaretidir. Onunla düşünür, onunla ifade ederiz. Fakat aynı zamanda onun sınırlarına hapsoluruz. Ludwig Wittgenstein, “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” derken işte bunu kasteder. İnsan, kelimelerle düşünür; düşünceler ise kelimelerin sunduğu çerçevenin ötesine geçemez.
Bu noktada sıfatların gücü devreye girer. Bir sıfat, varlığı tanımlar ama aynı zamanda varlığı sınırlar. “Yüce” dediğimizde, artık alçak olanı değersizleştirmiş oluruz. “Kutsal” dediğimizde, profanı dışlamış oluruz. Ve her dışlama, her ayırma, her “bu değil” deyişi, bir tanrılaştırma sürecinin ilk adımıdır.
Dilin tutsaklığı buradadır: İnsan, kelimeyi kutsallaştırır, kelimeyle kendini sınırlandırır. Sonra dönüp o sınıra “mutlak gerçeklik” der.
Bir insana verilen sıfat, o insanın varoluşunu belirler. “Cesur” dediğimiz bir insan, korkusunu gizlemek zorunda kalır. “Bilge” dediğimiz biri, yanılgısını saklamak zorunda kalır. “Güzel” dediğimiz biri, yaşlandığında bile güzel kalmak için çırpınır.
Böylece sıfat, bir ödül olmaktan çıkar ve zincire dönüşür. İnsanı özgürleştirmesi gereken kelime, insana yük olur. Çünkü toplumsal hafıza, o sıfatı sürekli tekrar eder, hatırlatır ve ondan sapmayı kabul etmez.
Sıfatın tanrılaştırılması tam da burada başlar: İnsan, sıfata boyun eğer, ona tapar, ondan kaçamaz. Kendi gerçekliğini değil, sıfatın ona biçtiği rolü yaşar.
Her toplumda bazı kelimeler vardır ki ağızdan çıkarken bile ses tonu değişir, bakışlar ciddileşir, hatta bazen sessizlik doğar. Bu kelimelerden çoğu bir sıfattır. Çünkü sıfat, sadece bir şeyi tanımlamaz; ona yön verir, ona değer biçer, onu diğerlerinden ayırır.
Mircea Eliade’nin Kutsal ve Profan adlı eserinde söylediği gibi, insanın tarihsel yolculuğu aslında sıradan olanı kutsallaştırma çabasının hikâyesidir. Ateş, su, dağ, güneş… Bunlar yalnızca doğa unsurları değil; aynı zamanda sıfatların yüklediği anlamlarla kutsal varlıklardır. Ateş “arındırıcıdır”, su “saflaştırıcıdır”, dağ “yücedir.” İşte bu sıfatlar, doğal olana ilahi bir nitelik kazandırır.
Bir dağa “yüksek” demek sıradan bir gözlemdir. Fakat ona “yüce” dendiğinde, artık insanın bakışı değişir. Yücelik, fiziksel bir ölçü olmaktan çıkar; ruhsal bir değer, aşkın bir makam haline gelir. Böylece insan, kendi icat ettiği kelimeye tapmaya başlar.
Sıfatların tanrılaştırılması çoğu zaman tekrarlarla olur. Bir sıfat, tekrarlandıkça kutsallığını pekiştirir. “Adalet” dediğimizde, adil olan artık sadece bir davranış biçimi değildir; Allah’ın sıfatlarından biridir. “Merhametli” dediğimizde, bu yalnızca bir karakter özelliği değildir; evrenin işleyişine yüklenen ilahi bir niteliktir.
Bu yüzden dinlerin çoğu, tanrılarını sıfatlarla tanıtır: Kudretli, Rahman, Kerim, Yüce, Aziz… Allâh’ın ismi çoğu zaman bir gizemken, sıfatları herkesin dilindedir. İnsan, görünmez olanı sıfatlarla somutlaştırır. Fakat farkında olmadan bu sıfatlara kendisi de bağlanır.
Sıfatlar, bireyden çok toplumun aynasıdır. Bir toplumun hangi sıfatları yücelttiğine bakarsanız, o toplumun değerlerini görürsünüz.
Bir toplum “güzel”i öne çıkarıyorsa, estetiğe ve dış görünüşe tapınmaya başlamıştır. “Güçlü”yü kutsallaştırıyorsa, otoriteye ve savaşçılığa bağlıdır. “Alçakgönüllü”yü tanrılaştırıyorsa, mütevazılığı ve geri çekilmeyi bir erdem olarak görüyordur.
Sıfatlar toplumsal hafızada bir put gibi yükselir. İnsanlar farkında olmadan bu putların önünde diz çöker. Çünkü her birey, bu sıfatlardan birini taşımak, o sıfatla anılmak ister. Bir sıfatla tanımlanmak, var olmak demektir. Ama işte tam da bu noktada özgürlük kaybolur.
Toplumun yücelttiği her sıfat, bireyin omuzlarına yük olur. Çünkü toplum, bireyi sıfatlar üzerinden tanımlar; ona kimlik verir. Bir insanın kimliği, çoğu zaman kendisiyle değil, başkalarının ona taktığı sıfatlarla belirlenir.
Bir kadına “güzel” denildiğinde, bu onun hayat boyu taşıyacağı bir etiket haline gelir. Zamanla güzellik yalnızca bir özellik olmaktan çıkar; varlığının tek meşruiyeti haline gelir. Çirkinleşmek, yaşlanmak, farklılaşmak artık kabul edilemezdir. Çünkü sıfat, onu tanrılaştırmış, onun kimliğini bir put gibi mühürlemiştir.
Birine “bilge” denildiğinde, o kişi hata yapamaz hale gelir. Çünkü bilge sıfatı, yanılgıyı dışlar. Bilge olanın hata yapması, toplumun gözünde bir çelişkidir. Bu yüzden o kişi, kendi insani yanını gizlemek zorunda kalır. Böylece sıfat, insanı kendi doğasından koparır.
İnsanın zihninde görünmez bir tapınak vardır. Bu tapınakta sıfatlar yer alır. İnsan kendisine verilen sıfatı yüceltir, ona boyun eğer, onunla özdeşleşir. Zamanla bu sıfatlar kişinin içsel tanrılarına dönüşür.
“Cesur” denilen biri, korksa bile korkusunu gizler; çünkü sıfatına ihanet etmekten korkar.
“Alçakgönüllü” denilen biri, kendi değerini dile getiremez; çünkü toplumun gözünde kibirli sayılmaktan çekinir.
“Güzel” denilen biri, maskeler ardına saklanır; çünkü çirkin görünmek, sıfatını kaybetmek demektir.
İşte böylece birey, kendi içinde bir tapınma sürecine girer. Sıfat, insanın efendisine dönüşür.
Tarih boyunca bazı sıfatlar diğerlerinden çok daha güçlü bir kutsallık kazanmıştır. Bunların başlıcalarına bakalım:
Güzel
“Güzel”, insanlığın en eski ve en güçlü sıfatlarından biridir. Güzel olan, sevilir, arzu edilir, korunur. Güzel, sıradanlığın ötesine taşınır; adeta tanrısallaştırılır. Mitolojilerde güzellik tanrıçaları hep en güçlüler arasındadır. Çünkü güzellik, insanı büyüler, aklını çeler, ona tapınmaya yöneltir.
Fakat güzellik aynı zamanda en büyük zincirdir. Çünkü güzel olan, güzelliğini kaybettiğinde toplumun gözünden düşer. Bu yüzden güzellik, bir lütuf gibi görünse de aslında ağır bir yüktür. İnsan, güzellik sıfatına esir olur.
Kötü
“Kötü”, dışlayıcı bir sıfattır. İnsanlığın bütün korkuları bu sıfatın içine doldurulmuştur. Kötü olan, lanetlenir, ötekileştirilir, cehenneme sürülür. Dikkat edilirse, kötülük çoğu zaman somut bir şey değil; toplumsal hafızanın bir etiketidir.
Birine “kötü” denildiğinde, artık onun yaptığı her şey bu sıfatın gölgesinde yorumlanır. Bu yüzden kötü sıfatı da tanrılaştırılmıştır. Çünkü kötülük, bireyden bağımsız bir güç gibi algılanır.
Yüce
“Yüce”, fiziksel bir yükseklikten çok, ruhsal bir aşkınlığı temsil eder. Bir dağ yücedir, bir kral yücedir,  Allah yücedir. Yücelik, insana korku ve hayranlık duygusunu aynı anda yaşatır.
İnsan yüceliğe bakarken kendini küçülmüş hisseder. Bu yüzden yücelik, hem saygı hem de boyun eğişi beraberinde getirir. Yüce sıfatı, bireyi ve toplumu itaate zorlar.
Saf
“Saf”, temizliği, arılığı, kirlenmemişliği anlatır. İnsan, doğaya ve çocuklara “saf” der. Fakat saf kavramı da tanrılaştırıldığında, insana ulaşılamaz bir ideali dayatır. Saf kalmak mümkün değildir; çünkü yaşamın kendisi kirlenmedir. Ama yine de toplum, bireyden saf olmasını bekler. Bu beklenti, insanın kendi doğasıyla çatışmasına yol açar.
Her sıfat, beraberinde bir ideal taşır. “Cesur” denildiğinde, korkusuz olma ideali akla gelir. “Güzel” denildiğinde, kusursuz bir estetik hayali canlanır. “Bilge” denildiğinde, yanılmaz bir akıl imgesi belirir. Fakat bu idealler çoğu zaman gerçek dışıdır.
İdealin gölgesi, insanın üzerine çöker. Çünkü insan, sıfatın dayattığı ideale ulaşmak için sürekli çabalar, ama hiçbir zaman tam olarak ulaşamaz. Ne kadar güzel olunursa olunsun, hep daha güzel birisi vardır. Ne kadar cesur davranılırsa davranılsın, hep daha cesur bir kahraman vardır. Ne kadar bilge olunursa olunsun, her daim daha bilgili bir kişi vardır.
İşte bu yüzden sıfatlar, insanın zihninde bir “ulaşılamazlık” inşa eder. İnsan, kendi varlığından şüphe duyar; çünkü sıfatın yüklediği ideale erişemez. Bu erişilmezlik, bireyin iç dünyasında bir boşluk yaratır.
Tanrılaştırılmış sıfatlar, insanı sonsuz bir karşılaştırmaya zorlar. Bir kadın kendini sürekli daha güzel biriyle kıyaslar. Bir öğrenci kendini daha bilge olanla ölçer. Bir işçi, daha güçlü olanı göz önüne alır. Bu kıyaslama asla bitmez; çünkü sıfatın ideali asla tamamlanmaz.
Böylece insan, kendi hayatını değil; sıfatın gölgesini yaşamaya başlar. Gerçek benlik, sıfatın gölgesi altında silinir.
İdealler, insanı yükseltmek için değil, çoğu zaman köleleştirmek için vardır. Çünkü toplum, bireyleri idealler aracılığıyla kontrol eder. “Sen cesur olmalısın”, “Sen güzel kalmalısın”, “Sen bilge görünmelisin.” Bu cümleler, bireyin özgürlüğünü değil, itaati besler.
İdealin ihaneti, insanın kendi doğasına yabancılaşmasıdır. Sıfatın dayattığı kimlik, insanın gerçek kimliğini örter.
Bir sıfatın tanrılaştırıldığını fark etmek, zincirleri kırmanın ilk adımıdır. Çünkü insan, sıfatın aslında kendi zihninin ürünü olduğunu kavradığında, onun büyüsü bozulur.
“Güzel” dediğimizde aslında kültürel bir uzlaşmadan söz ederiz. Tarih boyunca güzellik anlayışı değişmiştir. Antik Yunan’da kaslı beden güzeldi; Ortaçağ’da dolgun beden; modern çağda ince ve estetik beden. Demek ki güzellik mutlak değil, görecelidir. O halde “güzel” sıfatı tanrılaştırıldığında, insan aslında göreceli bir yargıya tapınmış olur.
“Kötü” dediğimizde de aynı şey geçerlidir. Bir dönemde kötü sayılan bir davranış, başka bir dönemde normal kabul edilebilir. O halde kötülük mutlak değil, bağlamsaldır.
Sıfatların büyüsünü bozmak için onları sorgulamak gerekir:
“Bu sıfat kime hizmet ediyor?”
“Bu sıfat kimin işine yarıyor?”
“Bu sıfat gerçekten bana mı ait, yoksa toplumun bana dayattığı bir yük mü?”
Bu sorular, sıfatların maskesini düşürür. Çünkü sıfatların çoğu, bireyin özgürlüğü için değil, toplumun düzeni için vardır. Güzelin, iyinin, kötünün, yücenin tanımı toplumun çıkarlarına göre yapılmıştır.
İnsanın özgürlüğü, sıfatların ötesine geçmekle mümkündür. Bir insan, cesur ya da korkak olmadan da yaşayabilir. Güzel ya da çirkin olmadan da var olabilir. Bilge ya da cahil olmadan da insandır.
Özgürlük, sıfatların dayattığı ideallerden bağımsızlaşmaktır. İnsan, sıfatların ötesinde çıplak bir varlık olarak değer taşır. Onun değeri, tanrılaştırılmış sıfatlarda değil; kendi varoluşundadır.
İnsanın tarihi, kelimelerin tarihiyle iç içedir. Kelimeler düşünceyi kurar, düşünce ise insanın dünyasını belirler. Fakat bazı kelimeler, özellikle de sıfatlar, yalnızca düşünceyi kurmakla kalmaz; insanın üzerine çöker, ona hükmeder, onu esir alır.
“Güzel”, “iyi”, “kötü”, “yüce”, “saf”… Bu sıfatlar insanın hayatına yön veren, ona değer biçen, onu toplumun gözünde ya kutsayan ya da lanetleyen kelimelerdir. Fakat dikkatle bakıldığında görülür ki, bu sıfatlar aslında mutlak değil, görecelidir. Onların taşıdığı anlam, zamanla, mekânla, kültürle, hatta bireysel bakışlarla değişir.
Öyleyse soru şudur: Neden insan, değişken olanı mutlaklaştırır?
Neden göreceli bir sıfatı tanrılaştırır? Cevap basittir: Belirsizlikten kaçmak için. İnsan, kaosun ortasında bir yön, bir sabit, bir dayanak ister. Sıfatlar bu ihtiyacı karşılar. Ama aynı zamanda özgürlüğü ellerinden alır.
İnsan, farkında olmadan sıfatların önünde eğilir. Onlara tapar, onların beklentilerini karşılamaya çalışır. Böylece kendi özünden uzaklaşır. Aslında sıfatlar, modern çağın putlarıdır. Onlar görünmezdir, ama her yerdedir. Onlara boyun eğmek, insanın en kadim alışkanlığıdır.
Güzellik putu, insanı aynaların önünde esir eder.
Cesaret putu, insanı korkularını gizlemeye zorlar.
Bilgelik putu, insanı yanılgısını saklamaya mahkûm eder.
Saflık putu, insanı kendi doğallığını reddetmeye iter.
Her put gibi, sıfatların putu da insanın kendi eliyle yarattığı, sonra önünde diz çöktüğü bir illüzyondur.
Özgürlük, sıfatların ötesine geçmekle mümkündür. İnsan, kendini “iyi” ya da “kötü”, “güzel” ya da “çirkin”, “cesur” ya da “korkak” sıfatlarıyla tanımlamadan da var olabilir. Çünkü varlığın değeri, sıfatlarda değil, varlığın kendisindedir.
Bir insan, sadece “insan” olduğu için değerlidir. Onun anlamı, toplumun ona yapıştırdığı etiketlerde değil; kendi varoluşunun çıplak hakikatindedir.
Sıfatların ötesine geçmek, aslında putları yıkmaktır. Bu, kolay değildir; çünkü toplum, bireyi sıfatlarla tanımaya ve tanımlamaya alışmıştır. Ama özgürlük, tam da bu zorluğun içinde saklıdır.
Tanrılaştırılmış sıfatlar, insanın en büyük yanılsamalarından biridir. Onlara yüklenen değer, çoğu zaman insana ait olmayan, toplumun dayattığı bir hayaldir. İnsan bu hayalin peşinden koşarken kendi özünden uzaklaşır.
Fakat insan, sıfatların ötesine geçtiğinde gerçek anlamda özgürleşir. Çünkü o zaman ne güzelliğin zincirine, ne cesaretin yüküne, ne bilgelik beklentisine bağlıdır. O, yalnızca kendisidir.
Belki de insanın en büyük erdemi, hiçbir sıfatın putu önünde eğilmemektir.
Çünkü en saf hakikat, sıfatların ötesinde başlar.
Mehmet Sebih Altun
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.