Türkiye’de eğitim, yıllardır değişim vaatlerinin gölgesinde yönünü arıyor. Her bakan değişikliğinde yeni bir reform paketi açıklanıyor; yeni müfredatlar, sınav sistemleri, pilot okullar… Ama tablo değişmiyor: ezbere dayalı, merkeziyetçi, sınav odaklı bir yapı içinde öğrenciler nefes alamıyor. Öğrenme bir keyif değil, bir yarışa dönüşmüş durumda. Oysa belki de çözüm, uzaklarda değil, yüzyıllar öncesinden geliyor: Jean-Jacques Rousseau ve John Dewey’in fikirlerinden.
Biri, insanın doğasına güvenen ve çocuğun kendi deneyimleriyle büyümesi gerektiğini savunan Rousseau; diğeri, eğitimi toplumsal yaşamla bütünleştiren, demokrasinin temeline yerleştiren Dewey. İkisinin fikirlerini harmanladığımızda Türkiye için güçlü, çağdaş ve köklü bir eğitim modeli beliriyor: doğaya ve bireye saygılı, ama aynı zamanda toplumsal katılımı önceleyen bir model.
Rousseau’nun Émile adlı eserinde çizdiği çocuk profili bugün hâlâ güncel: meraklı, hareketli, doğayla iç içe bir varlık. Çocuğun dünyayı kendi gözleriyle tanımasına izin verilmedikçe, eğitim bir ezberden öteye geçemiyor. Bu nedenle okul öncesinden başlayarak sistem, çocukları kalıba sokan değil; oyun, deneyim ve doğayla ilişki içinde büyüten bir yapıya evrilmeli. Erken yaşta ağır akademik baskıdan kaçınılmalı; ilk yıllar “bilgi ezberi” değil, “hayatı tanıma dönemi” olmalı. Çünkü bilgi, ancak merakın toprağına düşerse kök salar.
Dewey ise eğitimi yaşamın bir parçası olarak görür. Ona göre öğrenme, yalnızca sınıfta değil; toplumun, çevrenin ve deneyimin içinde gerçekleşir. Bu anlayış, Türkiye’de on iki yaş sonrası eğitim için yol gösterici olabilir. Artık öğrenciler ezberleyen değil, düşünen, tartışan, çözüm üreten bireyler olmalı. Eğitim süreci, toplumsal sorunlara temas eden bir “deneyim atölyesi”ne dönüşmeli.
Öğretmen de bu tabloda yalnızca bilgi aktaran değil, öğrenmenin tasarımcısı ve rehberidir. Öğrencinin sorularına yön veren, keşif için güvenli alanlar açan bir kolaylaştırıcı… Çünkü modern eğitimde öğretmen kürsüde değil, öğrencinin yanında durur. Dewey’in deyimiyle, “öğrenciyi öğrenmeye dahil eden bir ortam” yaratmak, iyi öğretmenin en temel görevidir.
Okullar da bu anlayışla yeniden tanımlanmalı. Artık dersliklerin ötesinde, okul bir “yaşam alanı” olmalı. Dewey’in “okul, toplumsal yaşamın merkezi olmalıdır” fikri, Türkiye’nin eğitim vizyonuna yeniden kazandırılmalı. Her okul, bulunduğu çevreyle organik bağ kurmalı: köyde tarlayla, kentte atölyeyle, mahalleyle, müzeyle, sanatla, teknolojiyle… Öğrenciler projeler üreterek, toplumsal problemlere çözüm arayarak öğrenmeli. Rousseau’nun doğayla bütünleşik öğrenme fikriyle Dewey’in proje temelli yaklaşımı birleştiğinde, bilgi yalnızca teorik kalmaz; yaşamın kendisine dönüşür.
Yeni müfredat da buna uygun olmalı. Katı, merkezi, sınav odaklı yapı yerine; yerel kültürü, çevre bilincini, dijital okuryazarlığı ve toplumsal sorumluluğu temel alan esnek modüller geliştirilmeli. Örneğin bir Karadeniz köyünde öğrenciler yağmur suyunu nasıl verimli kullanabileceklerini araştırabilir; bir şehir lisesinde gençler karbon ayak izini azaltma projesi hazırlayabilir. Böylece öğrenme, yaşamla anlam kazanır. Her öğrenciye kendi ilgi alanı ve yeteneği doğrultusunda yol sunulmalı. Bireysel özgürlük ile toplumsal fayda, aynı sistem içinde dengelenmeli.
Bu modelde başarı, yalnızca sınav sonuçlarıyla ölçülmemeli. Öğrencinin gelişimi; proje üretimi, takım çalışması, sosyal sorumluluk ve kişisel ilerlemeyle değerlendirilmeli. Portfolyo sistemiyle öğrencinin öğrenme yolculuğu izlenmeli. Böylece not sistemi, sadece ölçme aracı değil, gelişimi yansıtan bir aynaya dönüşür. Eğitim artık “kaç net yaptın?” değil, “ne öğrendin, ne değiştirdin?” sorusuna yanıt verir.
Türkiye gibi genç nüfusu dinamik, kültürel olarak zengin ve coğrafi çeşitliliğe sahip bir ülkede bu model uygulanabilir. Kırsalda doğayla iç içe öğrenme alanları kurulabilir; büyük şehirlerde proje merkezli kampüsler geliştirilebilir. Ancak bu dönüşümün kalbi öğretmendir. Öğretmen, yalnızca müfredatı değil, çocukların geleceğini de şekillendirir. Onların mesleki gelişimi, özgüveni, rehberlik becerisi güçlendirilmeden hiçbir reform kalıcı olamaz. Öğretmen yetiştirme politikaları, bu modelin merkezine yerleştirilmeli.
Eğitim aynı zamanda bir toplumsal sözleşmedir. Aile, toplum, yerel yönetimler ve sivil inisiyatifler sürece dahil edilmeden dönüşüm tam olamaz. Çocuk yalnızca okulda değil, evde, sokakta, doğada da öğrenir. Rousseau’nun doğayla teması, Dewey’in demokratik öğrenme fikriyle birleştiğinde, eğitim artık bir müfredat değil, yaşamın kendisi olur.
Sonuç olarak, Türkiye’nin geleceği yalnızca daha fazla bilgiyle değil, daha anlamlı bir öğrenmeyle şekillenecek. Rousseau’nun “doğal insan” idealiyle Dewey’in “demokratik birey” hedefi birleştiğinde, eğitim sistemi yarıştan çok dayanışmayı, ezberden çok düşünmeyi, sınavdan çok üretimi merkeze alır. Gerçek reform, okulu hayatın dışında değil, tam kalbinde konumlandırmaktan geçer.
Belki de yeni yüzyılın en büyük devrimi, eğitimi yeniden tanımlamak olacak. Ne dersiniz?
Eğitim Danışmanı Abdullah Basmacı