Paul Lafargue’ın Tembellik Hakkı’nda tartıştığı çalışma kültünün birey üzerinde yarattığı baskı, bugün Türkiye’de öğretmenlik mesleğinin içine sıkıştığı yapıyı anlamak için güçlü bir mercek sunuyor. Lafargue, toplumların çalışmayı yücelterek insanı kendi özünden uzaklaştırdığını söylerken aslında bir yüzyıl sonraki eğitim dünyamızın ruh hâlini betimliyordu: Öğretmenlerin yaratıcılıklarını değil, dayanıklılıklarını test eden bir sistem. Üstelik bu testin bir kazananı yok; çünkü öğretmen tükenirken öğrenci de tükeniyor, eğitim de.
Öğretmenin görevi sadece ders anlatmak değildir; öğrencinin merakını uyandırmak, düşünme yetisini geliştirmek, dünyaya açılan bir kapı olmaktır. Ancak pratikte öğretmenlik, angaryalarla dolu bir maratonu andırıyor. Bitmek bilmeyen formlar, raporlar, e-Okul işlemleri, komisyon görevleri, sosyal etkinlikler, veli baskıları… Tüm bu yüklerin arasında öğretmenin asıl işi olan “eğitim” giderek görünmezleşiyor. Lafargue’ın eleştirdiği o bitmez tükenmez çalışma ideolojisi, bugün sınıf kapılarında yeniden hayat buluyor; öğretmeni kendi işinin özünden uzaklaştıran bir sisteme dönüşerek.
Bunun üzerine eklenen bir de sınav odaklı kültür var. Türkiye’de eğitim artık öğrenmenin değil yarışı kazanmanın adı. LGS’den YKS’ye, KPSS’den kurum içi değerlendirmelere kadar herkes sürekli bir sınavın içinde. Öğretmenler, öğrencilerini sınavlara hazırlarken aslında kendileri de başka bir görünmez sınavın stresini taşıyor: Performans beklentisi. Test kitaplarının hâkimiyeti, ölçme-değerlendirmenin tek kriter hâline gelmesi, müfredatın sürekli değişmesi… Tüm bunlar öğretmenin nefes alanını daraltıyor. Lafargue’ın insanın düşünme ve yaratma hakkı diye tanımladığı o zihinsel özgürlük, eğitim sisteminin bürokratik duvarlarına çarpıp geri dönüyor.
Sonuç ortada: Tükenen bir öğretmen profili. Ekonomik kaygılarla boğuşan, sürekli değişen politikalara adapte olmaya çalışan, hem velinin hem kurumun beklentilerini sırtlayan, her an yeni bir form, yeni bir görevle karşılaşmaya hazırlıklı olması beklenen bir öğretmen… OECD verilerinde de görüldüğü üzere Türkiye’de öğretmenlerin tükenmişlik oranı birçok ülkenin üzerinde. Bu sadece mesleki bir sorun değil; eğitimin geleceğini belirleyen yapısal bir yaradır.
Eğitimde gerçek bir dönüşüm istiyorsak, işe öğretmeni özgürleştirmekle başlamalıyız. Öğretmene düşünme, planlama, yaratma alanı açmadan nitelikli eğitimden bahsetmek mümkün değildir. Bürokratik yükler azaltılmalı, ekonomik ve mesleki koşullar iyileştirilmeli, pedagojik inisiyatif genişletilmeli. Çünkü bir öğretmen özgür olduğunda, öğrencinin zihni de özgürleşir. Bir öğretmen nefes aldığında, sınıfın havası da değişir.
Lafargue’ın Tembellik Hakkı’nda savunduğu “tembellik”, elbette gerçek anlamda bir atalet değil; insanın kendine ait zamanı, düşünme yeteneğini, yaratıcılığını koruma hakkıdır. Bugün Türkiye’de öğretmenlerin en çok ihtiyaç duyduğu da tam olarak budur: Bir mola, bir zihinsel alan, bir nefes. Eğitim sisteminin en temel dönüşümü, öğretmeni makine dişlisi olmaktan çıkarıp yeniden bir “eğitimci” hâline getirmekle mümkün olacaktır.
Kısacası, insan sadece çalışmak için değil; düşünmek, üretmek ve hayal kurmak için vardır. Türkiye’de eğitim, bu cümlenin hakkını vermeye başladığı gün gerçek anlamda değişecektir.
Eğitim Danışmanı Abdullah Basmacı