MUSTAFA KEMAL’İ TARTIŞMA KONUSU YAPMAK

Yayınlama: 21.11.2025
A+
A-
     Bu meselenin artık toplumumuza bir fayda getirmeyeceği açıktır. Çünkü yıllardır aynı başlık altında üretilen tartışmalar, insanımızı kutuplaştırmaktan, gönülleri birbirinden uzaklaştırmak dışında bir sonuç doğurmamıştır.
   Bugün de bu girdabı diri tutmanın kimseye yararı yoktur. O yüzden derim ki: “Allah’ı bırakıp taptıklarına sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeyerek Allah’a söverler.” (En‘âm, 108)
   Bu ayet, tebliğ dilindeki nezaketi ve ölçüyü hatırlatır. Öfke yüklü bir söylem, gerçeği değil, gürültüyü çoğaltır. Müslüman üslubu, düşmanlığı değil hikmeti merkeze alır. Rabbimiz yine Peygamber Efendimizin şahsında şöyle sesleniyor:
   “Allah’tan bir rahmet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve sert yürekli olsaydın, çevrenden dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmrân, 159) Bu hitap, tarihî bir öğüt değil, bugünümüze yön veren bir ölçüdür. Gönül, sertliğe değil merhamete teslim olur.
     Geçtiğimiz gün sosyal medyada bir sokak röportajında bir gencin şu talihsiz sözlerini duydum: “Ben şehadet ederim ki Atatürk ilahtır, İnönü de onun kulu ve resulüdür.”
     Bu sözler, delilik değilse dinden çıkaracak kadar ağır bir sapmadır. Çünkü şaka yollu dahi olsa bir insanı ilahlaştırmak, İslam’ın en temel ilkelerine meydan okumaktır.
   Benim Rabbim der ki: “Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, onu sağ elinden yakalar, sonra can damarını koparırdık.” (Hâkka, 44–46)
   Peygambere bile böyle bir ihtimale karşı en ağır uyarıyı yapan Allah’ın huzurunda, sıradan bir insanı ilahlaştırmanın ne büyük bir sapma olduğu açıktır. Kaldı ki gencin “peygamberi” olarak andığı İnönü, “ilahı” olarak gördüğü kişinin birçok uygulamasını bizzat ortadan kaldırmış, paraların üzerinden resimlerini indirmiştir. Eğer gerçekten bir ilahlık iddiası varsa, ilahının buna engel olamadığını görmesi gerekirdi.
    Beyler… Arşivler açılmamış olsa dahi, bu memlekette herkes kimin ne olduğunu gayet iyi bilmektedir. Tarih, devlet raflarına sıkıştırılmış birkaç ciltlik belgeden ibaret değildir; milletin hafızasına kazınan hatıralar, nesilden nesile aktarılan tecrübeler, yaşanmışlığın sessiz ama diri şahitleridir. Hakikati arayan yürek aslında hiç yorulmamıştır; yalnızca kalabalığın gürültüsünden biraz uzaklaşmaya ihtiyaç duymuştur.
     Bu mevzuyu kaşımak kimseye fayda sağlamaz; bilakis medfuna daha büyük zarar verir. Yıllardır ölü bir tartışmanın peşinde sürüklenen bu toplum, artık bu kamburu sırtından atmayı hak ediyor. Ne var ki, devletin itibarını ve T.C. Devleti’nin kurumsal gücünü göstermek için yapılan külliyeye “saray” yakıştırması yaparak saltanatı ima eder, masraflarını dillerinize dolarsınız.
     Ancak aynı hassasiyeti Anıtkabir’in maliyeti, heykellerin masrafı söz konusu olduğunda göstermezsiniz. Üstelik ömründe taş üstüne taş koymamış olanların bu meselelerde ahkâm kesmesi, bu milletin hafızasında ancak trajikomik bir yer bulmaktadır. Çünkü “Tarlada emeği olmayanın hasadda da payı olmaz.” Peki siz bu milleti ne yerine koyuyorsunuz ki, yüzüne bakarak onlardan iktidar talep ediyorsunuz?
   Zira anıtkabir’in, sadece ‘asker sayısı’ üzerinden hesap yapıldığında bile askeri harcamaların boyutu korkutucudur. Kabaca bir bölük — yaklaşık 100 asker — yıllık maliyeti 50 milyon TL’ye kadar çıkabilmektedir: aylık yaklaşık 4,17 milyon TL, günlük ise yaklaşık 137 bin TL düzeyinde. Bu maliyetin içinde sadece maaş yok; barınma, iaşe, eğitim, teçhizat, operasyonel lojistik ve bakım tümü birer maliyet kalemidir. Devlet bu harcamaları karşılayarak hem güvenliğini koruyor hem de bir “sürdürülebilir savunma bütçesi” inşa ediyor. Dolayısıyla “askere yük” ifadesi kullanılırken bu nüansları da göz önünde bulundurmak gerekir.
     Geçmişten günümüze, Türkiye’de ne zaman bir hizmet yapılsa, bir eser ortaya konsa, karşı çıkanlar hep aynı çevre olmuştur. Yıllarca tek icraat olarak heykel dikmekle övünürler, bugün yapılan her hizmete mahkemeler yoluyla set olurlar. Oysa kalabalıkta kabadayı kesilip, tenhada özür dilemek, mertliğin gereği değildir.
     İşin daha hazin tarafı ise şudur: Memlekette ahlâksızlığın ve ahlâksızların çokluğu, Atatürk üzerinden geçinmeyi kendine meslek edinenler, hırsızlık yaparken yakalandıklarında hemen Atatürk posterine sarılanlar, ahlâksızlıklarını Atatürkçülükle örtmeye çalışanlar; meydanlarda “Atatürkçüyüm!” diye naralar atarken, toplumun yüzüne bakacak bir duruş sergilemeyenler… İşte onlar, bu ülkenin hafızasında trajikomik bir figürdür.
     Türkiye’de ahlâksızlığın ve pervasızlığın en yüksek olduğu kesimlerden biri, sahnelerde kıçını ve göğsünü açarak “Zıpla zıpla, zıplamayan Tayyipçi!” sloganlarıyla gençleri peşlerinden sürükleyenlerdir; Atatürkçülüğü ise sokak eğlencesine indirgeyen bu tutum, toplumsal hafızada alaycı ve trajikomik bir karşılık bulmaktadır.
   Sorarım: Atatürkçülük işlediğiniz kötülüklerin mihmandarı mıdır? Çalan sizsiniz, suçlayan yine sizsiniz. Ama yaptığınız her sahtekârlığın arkasına Atatürk’ü koymaktan da geri durmuyorsunuz. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Artık kimse yemiyor. Müslüman mahallesinde salyangoz satmanın sonu gelmiştir.
     Son söz olarak şunu diyeyim: Bu meseleyi körüklemek ne Atatürk’e sevgi kazandırır ne de bu ülkeye huzur getirir. Hakikat net, bilgi açıktır. Devletin itibarı tartışma malzemesi değildir. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, yeni bir kavga değil, hikmetli bir duruş ve tutarlı bir bakıştır.
Muhammed Zeki Mirzaoğlu
Araştırmacı yazar
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.