İlk sayfada bir sabahın nefesiyle başlar her şey. Gözlerimi açtığımda dünya hâlâ uykuda, sokaklar serin ve uzak, ama içimde bir ateş var: okurlarımı sevinçle buluşturacak bir öykü, bir şiir, bir şarkı zamanı. Bu yazı, kitapçılarda tozlanmış bir anının tohumunu alıp sokağa, pazara, çay ocağına, kalp atışlarına ekmeyi amaçlar. Her kelime, okurun avucuna konan bir taş gibi; ağır, sıcak, elden ele dolaşacak.
Sabahın ışığı, şehir duvarlarına nazlı bir nakış gibi sürünürken, kentin damarlarında bir hareket başlar. Bu hareket, yalnızca insanlar değil; anılar, şarkılar, dükkân kapıları, rüzgârın perdelerde çizdiği çizgilerdir. Betimlemelerim, bu sabahın kıyısında toplanmış bir kuş sürüsü gibi: sayısız, renkli, aynı anda yükselip alçalır. Bir baba, elinde siyah çay bardağı; bir çocuk, cebinde lastik araba; yaşlı bir kadının yorgun ancak gururlu sesi. Hepsi, aynı hikâyenin ayrı dilimlerini taşır.
Renklerin dili vardır bu şehirde. Kiremit çatılar, eski bir fotoğrafın kahverengisi; pazarlardaki narların kırmızısı, akşamüstü şarkılarında titreşen bir akort. Bir adamın gömleğinin mavisi, deniz hatıralarından gelmiş gibidir; çocukların tozlu ayakkabıları, kahverengi bir kitabın kenarındaki yıpranma. Betimlemeler bol olacak, çünkü bir şey anlatmak istiyorsam, yalnızca sözleri yerleştirmekle kalmam; onların kokusunu, dokusunu, tadını da sunarım.
İnsan yüzleri, şehir haritasının en kıymetli işaretleridir. Her yüz bir efsane, her çizgi ayrı bir melodidir. Bir kadının alnındaki çizgi, yılların ve çilelerin ezgisi; bir gencin gözündeki ışık, yarının heyecanı. Okurlarımı mutlu edecek şey, yalnızca güzel cümleler değil; bu yüzlerle kurulan samimi bir diyalogdur. Yazdığım her betimleme, o yüzlere uzanan bir eldir — sıcak, güven veren, bazen de acı tatlı.
Yolculuk başlar: taşlı bir patika, arada bir çamurun kuruduğu izler, yol kenarında unutulmuş bir oyuncak bebek. İçinden geçtiğimiz hikâye, küçük mucizelerle dolu. Bir komşunun kapısını çalıp verilen bir fincan kahve, anlatılmamış sırların bir yudumuna denk gelir. İnsanların birbirine uzattığı küçük iyilikler, şehrin iskeletini güçlendirir. Bu iyi niyet küçük bir rüzgâr gibi yayılır; biri birine umut, biri diğerine gülüş taşır.
Akşamüstü çöktüğünde, gölgeler uzar ve şiir başlar. Şiir, yalnızca mısraların ritmi değil; çaydanlığın ıslığı, kapı gıcırtıları, sokak lambalarının uykusuz bakışı. Betimlemelerim bazen cümleye sızan bir melodi, bazen dudağın kenarındaki tebessüm olur. Okurlarımı mutlu etmenin yolu, onlara hem tanıdık hem yeni bir dünya sunmaktır: tanıdık olan, evin sıcaklığı; yeni olan, o sıcaklığın farklı bir açıdan görünüşüdür.
Gecenin koynuna doğru bir öykü yükselir: bir masanın etrafında toplanmış gençler, ellerinde eski bir gitar, kederi ritme dönüştüren bir davul gibi. Şarkılar söylenir; sözler, dünyanın tam ortasındaki küçük adaya bir fener gibi düşer. Burada betimlemelerim dans eder — tütün dumanının sarı hâli, bağlamanın tellere vurdukça doğurup savurduğu kıvılcımlar, kahkahaların göğe doğru serpiştirdiği yıldızlar. Her mısra, dinleyenin sırtına sıcak bir battaniye serer.
Biraz daha derine indikçe, içsel bir yolculuk başlar. Okurlarımı mutlu edecek yazılarda yalnızca dış dünya yoktur; iç dünyaların derinlikleri, unutulmuş vicdan köşeleri, bir zamanlar kırılmış ama şimdi iyileşen kalp yaraları da vardır. İçsel betimlemeler, dışarıdakiler kadar canlı olmalı: bir düşüncenin kıvrımı, bir umudun filizlenişi, bir pişmanlığın sessiz fısıltısı. Hepsi şiirsel bir tonla, yavaşça açığa çıkar.
Yazı ilerledikçe, zamanın dokusu değişir. Bir an durup soluklanırsın; belki bir sayfa varmış gibi hissettiririm, belki iki. Ancak akıcılık bozulmaz; cümleler birbirine bağlanır, bir kol gibi sarar. Betimleme bolluğu, asla sözün anlamını bastırmaz; aksine onu çoğaltır. Mesela: bir pazarda, kasanın kenarında durup bekleyen yaşlı adamın elleri, tarif edilemez bir hikâye anlatır. Ellerinin arası, çocukluğunun mezarlığına açılan bir kapıdır. Bu eller, sabah çok erken kalkıp ekmek pişiren kuşların kanat seslerini hatırlar.
Her betimleme, okurun bir duyu organını harekete geçirir. Görme, işitme, dokunma, koku ve tat — hepsi çağrılır. Bir sokak simidinin tuzunun dilde bıraktığı iz; yağmurun asfaltla konuştuğu ıslak tını; eski bir battaniyenin yünündeki o hafif kaşıntı hissi; sabun kokusuyla dolu bir yıkama tezgâhının etrafında toplanmış kadınların sessiz sohbetleri. Bu duyular, hikâyeyi içselleştirir; okur artık yalnızca okumaz, yaşar.
Arada bir doğa betimlemeleri de gelir: bir ağacın gövdesi, yılların yüzünü taşıyan bir harita; yaprakların titrek jestleri, rüzgârın parmak uçlarında anlattığı sırlar. Doğa, şehrin her köşesine siner; hatta şehir, doğanın içinde bir sürgün gibi büyür. Ağaç dallarının altında oturan iki insan, kelimeleri değil, sessizliği paylaşır. Sessizlik de bir betimlemedir; sesi yoktur ama tokludur, içeriği doludur.
Yazının ortalarına doğru, bir anlık melankoli düşer. Bu, kaçınılmazdır; neşe ile hüzün kardeştir ve biri olmadan diğeri tam olmaz. Hüzün, bir pencereden sızan yağmur gibi; narin, temizleyici ve gizemli. Okurlarımı mutlu etmek, onları yalnızca güldürmek değil; bazen birlikte ağlamak, birlikte hatırlamak demektir. O yüzden melankoliye alan açarım, çünkü paylaşılmış gözyaşı, yabancı kalpler arasında bir köprü kurar.
Sonra umut gelir sessiz, sabırlı, inatçı. Bir çocuğun bahçeye diktiği küçük bir tohumun filizlenişi gibi. Betimlemelerim, umutlu imgelerle dolup taşar: sabah güneşi, çamaşırların ipte sallanışı, komşunun kapısını çalan misafir eli, hatta bir mektubun zarftan çıkardığı eski fotoğraf. Umut, okuru harekete geçirir; onu yarına doğru yelken açmaya teşvik eder.
Metnin ilerleyen sayfalarında, toplumsal bağlara dair ince bir nota yer veririm. Bir derneğin toplanması, bir toplantının kahkahaları, ortak sofraların bilinmeyen tarifleri. Topluluk, yalnızca bir araya gelmiş insanların toplamı değildir; o, paylaşılan acıların, sevinçlerin, emeklerin ve rüyaların aynı havuzda eridiği bir damardır. Betimlemelerle bu damarı beslerim: bir toplantı masasında dönüşen fikirler, bir yardım kolisinin bant sesleri, bir bayrağın rüzgârla konuşması.
Yazının dili zaman zaman şiire yaklaşır, bazen de düzyazının netliğine sığınır. Bu şaşırtıcı geçişler, okurun dikkatini taze tutar. Bir paragraf uzun bir dizeye dönüşür; sonraki paragrafta ise kısa, tek cümlelik bir darbe: “Sevgi, bir şehrin en eski haritasıdır.” Böyle cümleler, metni ritme bağlar.
Aşk da geçer bu yazıdan — romantik, ama naif; güçlü ama zarif. Aşk, iki insanın ellerinin kesiştiği sıradan anlarda parlar. Betimlemeler burada daha hafif, daha şeffaftır: bir başın omuza yaslanışı, karşılıklı bakışların içindeki sıcaklık, gecenin bir köşesinde paylaşılan bir dilim ekmek. Aşk, okuru hem heyecanlandırır hem de sakinleştirir; çünkü en büyük kuvvetler, en basit anlarda saklıdır.
Metnin sonunda, bir veda değil; daha çok bir davet vardır. Okurlarıma seslenirim: “Geliniz, bu şehrin sokaklarında birlikte yürüyelim. Geliniz, birlikte gökyüzünü dinleyelim.” Betimlemeler, artık yalnızca görüntü vermiyor; eyleme çağırıyor. Yazı, okuru yalnızca izleyici olmaktan çıkarıp, hikâyenin ortak yazarı haline getirir.
Ve son satırlarda, bir çıkış kapısı. Geriye dönüp baktığında, her bir betimlemenin bir anı, bir gülüş, bir nefes olduğunu fark edersin. Bu yazı, okurlarımı mutlu etmek için yazıldı ama onları mutlu etmek, aslında bana da ulaşan bir armağandır. Çünkü paylaşmak, hepimizi zenginleştirir. İsim bir kere daha geçer — nazik, incelikli bir teşekkür gibi: “Bu satırlar, Mehmet Sebih Altun adına ve okurlarına armağan olsun.”
Kapanışta bir görüntü asılı kalır: sabahın ilk ışığı yeniden doğar, ufuk pembeleşir, şehir uyanır. İnsanlar kapılarını açar, ekmeklerini paylaşır, çocuklar sokakta koşar. Her şey eski, her şey yeni; her sayfa biterken bir diğer sayfa açılır. Okur, bu akıcı yazıyı kapattığında, yanında bir parça umut, bir tane tebessüm ve belki de yeni bir düşünceyle ayrılır.
……
Sevgiyle kalın..
Mehmet Sebih Altun