Bazı yolculuklar vardır, yalnızca mesafe kat etmez insan. Bir uçağın camından dışarı bakarken, aslında içeriye kalbine, vicdanına, suskun bırakılmış duygularına doğru inersin. Yolculuklara çok çıkarım hepsi de birbirinden güzel anlamlı dolu dolu yolculukla; ama bu sefer ki yolculuğum bambaşkaydı: Batman’dan yola çıktığımda önümde haritalarla ölçülen bir rota vardı; ama vardığım yer, yoksulluğun haritada yeri olmayan, adı sessizce unutulmuş bir coğrafyaydı: Etiyopya’nın kurak toprakları.
Bizim oralarda, yani Batman’da, Türkiye’de sofraya oturduğumuzda ekmek hep tamdır, çay demlidir, çocuklar tok yatar. Bazen şükür dilden öteye geçemez; ama sofralar hiç aç kalmaz. Oysa Etiyopya da eski adıyla Habeşistan’da, sabahlar tok başlamaz. Çünkü burada sabah, açlığın diğer adıdır.
Etiyopya’ya ilk adım attığımda karşılaştığım şey ne bir şehir ne de bir köy görüntüsüydü. Karşıma çıkan şey, insanlığın yoklukla yüzleştiği bir sessizlikti. Çocukların gözbebekleri yorgundu; yaşlılar çoktan açlığa sabretmeyi öğrenmişti. Her yüz, bir başka suskun feryattı. Toprak çatlamış, su çekilmiş, umut kök salacak yer bulamamıştı.
Yanımda Batman’dan getirdiğim yardımlar vardı. Cebimde paradan çok dua, omzumda ise yardımseverlerin vicdanı duruyordu. Etiyopya’da ihtiyaç sahiplerine dağıttığımız keçiler belki bir hayvandı; ama o coğrafyada bir keçi, çocuğun sabah tok uyanmasının, bir annenin artık süt kaynatabilmesinin, bir hayatın yeniden yeşermesinin adıydı.
İnsan burada anlıyor: Bir keçi, bazen bir umut kadar kıymetlidir.
Keçileri dağıttığımız köye geçen yıl arkadaşlarımla topladığımız paralarla “Batman Eğitim Kültür Araştırma ve Yardımlaşma Derneği” (BEKA*DER) adına su kuyusu kazandırmıştık.
Su… Bizim için sadece bir musluk hareketi; ama burada su, bir annenin sırtından eksilen yük, bir çocuğun susuz geçen saatlerine son, bir hayat kaynağı. Kuyudan ilk su çıktığında, yaşlı kadınların ellerini toprağa kapatıp dua ettikleri, çocukların temiz suyla buluştukları o anki mutluluk hiçbir şeyle ölçülemez. Kadınların suya kavuşmasıyla “Artık evime su taşıyarak dönmeyeceğim” dedikleri O söz, insanın boğazına bir yumru gibi oturuyor. Oysa ülkemizde yıkanmayan meyveleri, yarım içilip bırakılan su şişelerini düşündüm. İsrafın karşı kıyısında bir halk, hayatta kalmak için toprak kazıyordu.
Köye su, ailelere keçi kazandırdığımız, kendilerine şeker ve kek verdiğimiz köyün çocukları yanıma geldi; deyim yerindeyse mutluluktan uçuyorlardı. Üzerlerinde parçalanmış tişörtler, ayaklarında kimisinin terlik yerine sarılmış bezler, kimisinin de o bezler bile yok… Yüzleri suskun; ama göğüsleri gururluydu. Ellerini havaya kaldırarak ve gözlerimin içine bakarak tek bir kelime söyledi: şükranlarını sunuyorlardı…
İşte o an, bütün dualarım sustu. Çünkü o samimi, çocuksu yaklaşımları, her şükür cümlesinden daha gerçekti. O an, Batman’da, Türkiye’de ve tok olan bütün coğrafyalarda bin çeşit yemeğin yendiği sofralar gözümde bir anlığına silindi. Anladım ki, açlık sadece mideyle değil, gözle, sesle, duruşla da anlatılır.
Ve o açlığın karşısında şükür, yalnızca “Elhamdülillah” demekle değil, elindekini bölüşmekle anlam kazanır.
Bu yolculuk bana bir gerçeği daha öğretti: Yardım etmek, sadece vermek değildir; yardım etmek, başkasının acısını kendi kalbine dokundurmak, bir annenin gözyaşını içinden bir yere katmaktır.
Batman’dan getirdiğimiz her bağış, aslında bir iyiliğin kilometrelerce ötede can bulmasıydı. Ve o iyilik, bazen keçi olurdu, bazen su olurdu, bazen de bir çocuğun karnında bir tas çorba olurdu.
Şimdi yeniden geri döndüm memleketime; sokaklar hâlâ kalabalık, fırınlarda ekmek bol, market rafları rengârenk. Ama içimde bir boşluk var: Orada kalanlar için hâlâ yapacak çok şey var. Ve belki de en büyük eksiklik, bizdeki nimetlerin farkına varamamak…
Çünkü bazen bir keçi, bir çocuk için hayattır.
Ve bazen, bir yardım elinin uzanması, gökyüzüne yükselen en samimi duadır.