Günümüz dünyasında “orman kanunları” geçerlidir. Güçlü olmayanlar yutulmakta, silinip gitmektedir. Büyük devletler, küçük ve zayıf milletlerin kaderlerini istedikleri gibi yönlendirmekte, kendi çıkarlarına göre coğrafyaları yeniden şekillendirmektedir. Bu bir doğa kanunu gibi işler: büyük cisim hareket ederken küçüğü de peşinden sürükler.
İnsanlık olarak binlerce yıl barış içinde bir arada yaşamayı başardık. Ancak bugün, bu birlik zeminini yıkmak isteyen global aktörler, beşeriyetin düşmanları, bölgemizi sürekli çatışma içinde tutmak istemektedir.
İran, “Hizbullahımız var, Husilerimiz var” gibi ifadelerle bu yapıların meşruiyetinden söz ediyor. Oysa bunların çoğu, küresel güçler tarafından istenildiğinde kolayca dizginlenebilecek yapılardır. Ancak bu güçler oyunun tamamına bakar; bir satranç ustası gibi hareket ederler. Doğrudan müdahale yerine zamanlamayı beklerler.
İran örneğinde görüldüğü üzere, 45 yıldır İsrail’e karşı söylemde sert ama eylemde hareketsiz bir duruş sergilenmiştir. İsrail, bu durumu kullanarak Batı’dan sürekli destek almış, İran ise içten ve dıştan kuşatılmıştır. İran’ın içinde casusların cirit attığı bizzat kendi yöneticilerince itiraf edilmekte, kurumlar çökertilmiştir. Tel Aviv’in aldığı her karar, Tahran’da casusları aracılığıyla yankı bulmaktadır.
İsrail’in hedefi, İran’ı provoke ederek savaşa sürüklemek ve ardından sınırları yeniden çizerek bölgede daha fazla hâkimiyet elde etmektir. İran’ın istikrarsız bırakılması, Libya Irak ve Suriye benzeri bir kaosa sürüklenmesi bu planın parçasıdır. İran’ın nükleer programı bahane edilerek, hassas noktalarına nokta atışları yapılması gündemdeydi. Dünya kamuoyu da “uranyumu yüzde 60 zenginleştirdiler” yalanıyla buna ikna edilmeye çalışıldı.
Amerika ve Avrupa’daki satranç ustaları, İran’ın her açığını değerlendiriyor. Savunma bakanları defalarca İsrail’e gidip savaş stratejileri üzerine görüşüyorlar. Görünürde barış, içerikte ise çatışma hesapları yürütülüyor. İsrail, şartlar bu kadar lehineyken geri adım atmayacaktır. Aksi takdirde bu tarihi fırsatı heba etmiş olur.
İsrail’in elindeki en büyük kozu ise gerektiğinde karıştırmaya hazır tutulan DAİŞ gibi yapılardır. Bunlar, sözde İslam adına hareket etseler de pratikte İsrail’in çıkarları doğrultusunda işlev görmektedir. Roger Garaudy’in deyimiyle, “Orta Doğuda kurulan her tedhiş örgütü İsrail’e çalışıyor.” Orta Doğu, gerçek bir kırılma sürecindedir ve bölge, bir kez daha haritalar üzerinden dizayn edilmenin eşiğindedir.
Bugünün dünyasında devletlerin sıralamasını belirleyen en önemli faktörlerin başında ekonomik güç gelir. Ekonomisi tükenme noktasına gelmiş ülkeler, tıpkı İran İslam Cumhuriyeti gibi, ne kadar iddialı olurlarsa olsunlar, zayıf devletler sınıfına girerler. Ekonomik yetersizlik, sadece iç refahı değil, dış ilişkileri ve caydırıcılığı da doğrudan etkileyen temel bir zaaftır.
Güçlü bir devlet olmanın bir diğer göstergesi ise askerî kapasitedir. Bu, sadece silah sayısı değil, gerektiğinde tehditlere karşı koyma, caydırıcılık oluşturma ve varlığını tehlike pahasına koruyabilme kudretidir. Savunmada zayıf düşen her devlet, hâkim satranç masasında sadece bir piyon olarak kalır.
Ancak asıl belirleyici unsurlardan biri daha vardır ki, çoğu zaman göz ardı edilir: devletin kendi halkı nezdindeki itibarı, meşruiyeti ve güvenilirliği. Güçlü devlet nazariyesinin belki de en hayati parametresi, devletin toplumdan, toplumun da devletten emin olmasıdır. Bu bağ, sadece hukukla değil, adalet, liyakat ve güven ortamıyla kurulur. İçeride meşruiyet krizine düşmüş, halkının güvenini yitirmiş bir devlet, dış tehditlere karşı ne kadar silahlanırsa silahlansın, asıl yıkımını içerden yaşar.
Bugün bölgedeki birçok devletin yaşadığı sarsıntıların temelinde, bu parametrelerin birinde ya da birkaçında zafiyet göstermeleri vardır: ekonomik iflas, askeri zayıflık, dış güdümlülük ve iç meşruiyet kaybı. İsrail gibi yapıların karşısında durabilecek bir devletin, bu dört sac ayağını da sağlam kurması gerekir. Aksi takdirde, sadece dış müdahaleyle değil, içerden çökertilen bir yapıya dönüşmesi kaçınılmaz olur.
1948’den bu yana Ortadoğu’nun kalbine yerleştirilen ve emperyalizmin ileri karakolu hâline getirilen İsrail, kadın, çocuk, yaşlı demeden binlerce insanı katletmiş; Batı ise bu zulmü insan hakları ve demokrasi naralarıyla örtmeye çalışmıştır. “Özgürlük” diyenler, kendi besleyip büyüttükleri bu şımarık çocuğun işlediği cinayetlere karşı suskun kalmıştır.
Tarih tekerrür etti: 5–10 Haziran 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda olduğu gibi, 13 Haziran 2025’te başlayan ve on iki gün süren İsrail–İran savaşında da aynı emperyalist güçler sahnedeydi. İsrail, İran’ın üst düzey komutanlarını, nükleer bilim insanlarını hedef aldı. Ancak bu sefer işler beklendiği gibi gitmedi.
Peşinen ifade etmek gerekir ki; İsrail’e kim füze atarsa, ben ondan yanayım. Çünkü bu bölgede sadece saldıran, sadece vuran, sadece tehdit eden hep o oldu. Ama bu sefer ceviz biraz sert çıktı. İsrail, ilk kez ağır bir karşılık aldı. İran, Tel Aviv ve diğer şehirleri balistik füzelerle vurdu. Her fırsatta bölge ülkelerini korkutmak için övülen “Delinmez Demir Kubbe” delik deşik oldu. O kibirli kubbe, füzelerin altında kevgire döndü.
İran sokaklarında halk meydanlara dökülürken, İsrail halkı sığınaklara indi. Kimileri Güney Kıbrıs’a, kimileri Yunanistan’a kaçtı. Eğer Amerika devreye girmeseydi, İsrail’in bu saldırılara dayanacak mecali kalmayacaktı. Emperyalist desteğin çekilmesi hâlinde İsrail’in pamuk ipliğine bağlı bir varlık olduğunu tüm dünya görmüş oldu.
Bu durumu İbn Teymiyye’nin Şam sokaklarında karşılaştığı kabadayılık hikâyesiyle kıyaslamak yerindedir. Şehirde insanları korkutan, bir kabadayının karşısına İbn Teymiyye çıkar; bir sağa, bir sola tokat atar. O ana kadar kimsenin dokunamadığı bu adam, bir anda çözülür ve cesaret halkın içine yayılır. Ardından başkaları da onun karşısına dikilmeye başlar.
İsrail de Ortadoğu’nun kabadayısıydı. Dokunulmaz bir mit, korku yayan bir semboldü. Ama İran’ın füzeleri bu kabadayının yüzüne ilk tokadı indirdi. Demir Kubbe delindiğinde sadece İsrail’in değil, emperyalist oyunların da psikolojik üstünlüğü çöktü. O tokat sadece Tel Aviv’i değil, mazlum milletlerin sinmiş yüreğini de ayağa kaldırdı. Artık korku, yerini cesarete bırakıyor. Ve bu cesaret, Ortadoğu’nun kaderini yeniden yazabilecek bir iklime doğru evriliyor.
Muhammed Zeki Mirzaoğlu
Araştırmacı Yazar