Bugün ümmetin karşı karşıya bulunduğu en derin krizlerden biri, sahip olduğu imkânların yetersizliği değil; bu imkânları verimli kullanamama ve iradeyi hayra yönlendirememe problemidir. Potansiyelimiz büyüktür, fakat gayretimiz sınırlıdır. Sözümüz boldur, ancak eylemimiz cılızdır. Nice kabiliyetler zamanın içinde eriyip gitmekte, nice fırsatlar fark edilmeden heba olmaktadır.
Hâlbuki Allah Teâlâ insana yalnızca akıl vermemiş, aynı zamanda irade de bahşetmiştir. Akıl yönü gösterir, irade ise yürütür. Bu ikisinden biri eksik olduğunda, insan olduğu yerde saymaya mahkûm olur. İradesini kaybeden bir toplum, yalnızca üretkenliğini değil; izzetini, yönünü ve nihayet geleceğini de kaybeder.
Tarih, bu hakikatin canlı şahididir. Milletlerin yükselişi ya da çöküşü, sahip oldukları toprakların genişliğiyle değil; iradelerinin gücüyle ölçülür. İrade hem ferdin hem de toplumun kader çizgisidir. Bugün İslam dünyasında yaşanan dağınıklık, yılgınlık ve verimsizlik, çoğu zaman bir son gibi okunuyor. Oysa her sancı bir çöküş değil; bazen yeni bir doğumun habercisidir. Doğum sancılıdır, gürültülüdür ve rahatsız edicidir. Fakat sonunda hayat vardır.
Osmanlı’nın yıkılışından sonra İslam coğrafyası parçalandı. “Parçala ve yönet” siyasetiyle Müslüman toplumların arasına ırkçılık tohumları serpildi. Kardeşlik zayıfladı, birlik yerini ayrılığa bıraktı. Muhammed İkbal’in ifadesiyle, “Hırsızlar ve kefen soyguncuları, kefen taksiminde birleştiler.” Ancak bu tarihsel travmayı sürekli bir mazeret olarak kullanmak, bizi hakikate yaklaştırmadı. Aksine, iç muhasebeden uzaklaştırdı.
Sorunlarımızı çoğu zaman dış sebeplere bağladık. Sömürü dedik, emperyalizm dedik, ihanet dedik. Elbette bunların hepsi yaşandı. Fakat asıl mesele, bunlara neden açık hâle geldiğimizdi. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği çok net bir şekilde ortaya koyar: “Şüphesiz ki bir kavim, kendilerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d:11)
Yani sorun önce içtedir. İrade zayıfladığında, sömürü kapıyı çalar. Verimlilik düştüğünde, başkaları sizin adınıza karar vermeye başlar. Müslüman toplumlar uzun yıllar gerçek düşmanla değil, hayaletlerle savaştı. Oysa asıl hastalık, “sömürülebilirlik”ti. Bu hastalığı teşhis edemedik; tedavi etmek yerine sürekli dışarıyı suçladık.
Bugün gelinen noktada, zenginlerimiz servetlerini gösterişe ve tüketime harcarken; ilme, fikre ve kültüre yatırım yapmaktan geri duruyor. Oysa hiçbir diriliş, lüksün ve rehavetin gölgesinde doğmamıştır. Hz. Peygamber (sav) bu gerçeği asırlar önce şu sözle ifade etmiştir:
“İki nimet vardır ki insanların çoğu bu ikisinde aldanmıştır: sağlık ve boş vakit.” (Buhari)
Boş vakit, verimsizliğin en sessiz ama en etkili düşmanıdır. Mümin, zamanı israf eden değil; zamanı bereketlendiren insandır. Çünkü bilir ki ömür, tüketilen bir sermayedir. İmam Gazâlî’nin ifadesiyle, “İrade, aklın atıdır; onu dizginlemezsen nefis onu sürükler.”
İrade köreldiğinde sadece birey durmaz; toplum da durur. İbn Haldun’un ifadesiyle, bir toplumda asabiyet, yani ortak irade ve dayanışma zayıfladığında devlet yıkılır; yenisi güçlü bir iradeyle doğar. Tarihi hareketlendiren şey, kalabalıklar değil; iradeli insanlardır.
Asıl zafer, daha fazla toprak kazanmak değildir. Asıl zafer, iradeyi yeniden ayağa kaldırabilmektir. Hz. Ali’nin şu sözü, meselenin özünü özetler: “İradeni kaybedersen hiçbir şey kazanamazsın; iradeni kazanırsan kaybettiklerinin hepsi geri döner.” Aristo der ki: “Kendini yönetemeyen, başkasını da yönetemez.”
Bugün Müslüman toplumların yaşadığı kayıp da buradadır. Önce kendimizi yönetme kudretimizi kaybettik. Fakat umut hâlâ canlıdır. Çünkü her Müslüman, kalbinde bir diriliş tohumu taşır. Bu tohum imanla sulanır, ilimle büyür, amel ve adaletle meyve verir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki: Çalışın! Allah da Rasûlü de müminler de yaptıklarınızı görecektir.” (Tövbe:105) Bu ayet yalnızca çalışmaya değil, iradeye yapılmış bir çağrıdır. Çünkü iradesiz amel bereket doğurmaz.
İrade yeniden dirildiğinde, verimlilik yeniden ibadet olur. İşte o zaman tarih, yeniden yazılmaya başlar. Vesselam.
Muhammed Zeki Mirzaoğlu
Araştırmacı Yazar