İnsanlık tarihi aynı zamanda dinlerin tarihidir. İnsan topluluklarının en ilkel dönemlerinden en gelişmiş medeniyet aşamalarına kadar uzanan süreçte din, hayatın merkezinde yer almış; insanların düşünce dünyasını, sanatını, hukuk sistemini ve toplum düzenini derinden etkilemiştir. Din, bireylere anlam ve amaç kazandırdığı gibi, toplumların kuruluşunda ve yönetiminde de belirleyici bir rol oynamıştır.
Dinde asıl gaye, onunla amel etmek ve getirdiklerinden faydalanmaktır. Din, tıp ilmine benzer: Sadece tıbbın varlığına inanmak insanı hastalıktan korumaz; onun öğütlerini uygulamak, yasakladıklarından da sakınmak gerekir. Bu sebeple din, bu gerçeği insanlara açıklama konusunda büyük bir titizlik göstermiştir.
İslâm ümmeti de bu genel kuraldan muaf değildir. Bu ümmetin varlık gayesi, Allah’ın dinine hizmettir. Çünkü İslâm olmadan ümmetin birliği, izzeti ve kurtuluşu mümkün değildir. Nitekim Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: “Biz son derece hakir bir toplum idik. Allah bizi İslâm ile yüceltti. Onsuz ne kadar yücelik istersek isteyelim, Allah bizi zelil ve perişan edecektir.”
Cihadın bir bölümü olan “iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak” müessesesi işlerliğini kaybetti. Hâlbuki bu müessese, İslam’ın ilk asırlarında en belirgin özelliklerinden biriydi. Millet bu esasla yükselmiş, bu ruhla fetihler yapılmış; din Asya’ya, Afrika’ya ve Avrupa’nın bir kısmına bu sayede yayılmıştır.
Müslümanlar bu vazifeyi terk edip menfaatperestliğe yönelince, birbirlerinin kusurlarını görmezden gelmeye başlayınca iyilerin kıymeti azaldı, kötülerin itibarı arttı. Layık olmayanlar başa geçirildi; onlar da her tarafa fesat tohumları saçtılar. Din düşmanları da bu kimselere destek oldular. Bunun sonucunda Müslümanlar bozuldu ve gerilediler.
İslam hilafetinin sarsılmasına yol açan ırkçılık çekişmeleri, Müslümanların küçük devletlere bölünmesine sebep olmuştur. Irkçılık, İslam’ın kardeşlik ruhuna aykırı bir hastalıktır; kalpleri ayırır, ümmetin bağlarını zayıflatır. Oysa Allah katında üstünlük ne soyla ne renkle ne de kavimle değil, yalnızca takva iledir.
İslam ümmeti ne doğuludur ne de batılı; onun yurdu iman, vatanı ise bütün dünyadır. Müminin sancağı adalet, kardeşliği ise sınır tanımaz. Gerçek birlik, farklılıkları rahmet bilip gönülleri birleştirmekle mümkündür.
Bugün Müslümanların ilim adına en çok meşgul oldukları şey, ayrıntılara boğulan Arapça dilbilgisi çalışmalarıyla, bir ölçüde ilmihal ve fıkıh konularıdır.
Maalesef, bazı ilim ehlinin nazarında Kur’an, lafızları üzerinde münakaşa edilecek, edebî yönleri incelenecek bir konu hâline gelmiştir. Halk tabakasına göre ise Kur’an, muska ve tılsım kitabıdır; anlamak için değil, sadece okunmak için gönderilmiş gibidir.
Bir edibin deyimiyle: “Âlimler Kur’an’ı dirilere anlatmayınca, mezarlıktaki ölülere anlatmak zorunda kalmışlardır.” Kur’an şöyle buyurur: “Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed: 24)
Müslümanların gerileme sebeplerinin en büyüğünden biri de idareciler ve din adamlarıdır. Çünkü idareciler millet üzerinde hâkim konumdadırlar. Kur’an, “Ey Rabbimiz! Biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzâb: 67) diyor.
İdareciler Müslümanlara iki yönden kötülük etmişlerdir: Birincisi, yönetim uğruna çekişmelere girmeleridir ister emirlik ister saltanat davası olsun, bu tutum İslam tarihinde bir silsile hâlinde devam etmiştir. İkincisi, sefahat ve eğlenceye dalmalarıdır; haksız yere mallara el koymaları, ağır vergilerle halkı ezmeleri, içkiye ve kadınlara düşkünlükleri, zulümle servet biriktirmeleridir.
Âlimlere gelince, onlar da iki yönden sorumludurlar. Birincisi, halk arasında yöneticileri destekleyen uydurma hadis ve düşünceler yaymışlardır. Örneğin şu söz onların dillerinde dolaşmıştır: “Sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir; O, Allah’ın emri ve iradesiyle hükmeder. Zulmederse, halk buna müstahak olduğu için yapar.”
İkincisi ise, Cuma hutbelerinde, din derslerinde ve vaazlarında halkı uyutacak bir üslup benimseyip, onları hâllerine razı olmaya çağırmalarıdır.
Kalkınma ve gerileme kanunları bütün milletler için aynıdır; güneş nasıl kâfirin üzerine de doğuyorsa, müminin üzerine de doğar. Allah, ilerlemeyi belirli bir millete veya bir dinin mensuplarına tahsis etmemiştir. Allah’ın sünneti ise, “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm: 39)
Bu, tabii bir kanundur. Kim bu kanunlara uyar, gereklerini yerine getirirse — ister Müslüman ister kâfir, isterse putperest olsun — ilerler. Kim bu esaslara karşı gelirse, hangi dine mensup olursa olsun geri kalır.
Mesela bu ilerlemenin on şartı varsa ve bir millet bunlardan dokuzunu yerine getiriyorsa, yükselmesi de o nispette olur. Din bu şartlardan yalnızca biridir; bütünü değildir. Eğer müşrikler, dinden maada bütün şartları yerine getirirlerse, dinin fonksiyonu kadar eksik bir şekilde ilerlerler.
İslam ümmetinin gerilemesi, tek bir sebebe değil, birbiriyle bağlantılı birçok ahlaki, ilmî ve idarî zafiyete dayanmaktadır. Bu zafiyetlerin ortadan kaldırılması, ancak Kur’an’ın ruhuna dönmek, kardeşlik bağlarını kuvvetlendirmek, adaleti yeniden tesis etmek ve çalışmayı ibadet bilmekle mümkündür.
Unutulmamalıdır ki Allah’ın vaadi açıktır: “Bir kavim kendilerinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d: 11) Vesselam.
Muhammed Zeki Mirzaoğlu
Araştırmacı yazar